basmualümi Ahmet Masumu da kendine uydurmuştu. Nereye gitse onu da - cılız ve minimini vücudu ile - peşinde sürüklerdi.
Kasabanın ileri gelenleri bu sessiz ve çekingen çocuğa acırlar, bazıları hattâ nasihat verirlerdi.
— Yavrucuğum, bu Kâzım hakikaten çok zeki, çok okumuş adam, hattâ temiz kalpli olduğuna da şüphe yok. Fakat ne yapalım ki, tımarhanelik deli. Uluorta herkese, her şeye saldırıyor. Bu gidişle başına bir şey geleceği muhakkak. Sen yeni mektepten çıkmış bir genç çocuksun... Ona uyarsan sen de onunla beraber yanarsın... Son pişmanlık fayda vermez... Nene lâzım, sen mektebinle, çocuklarınla meşgul ol. Ona uyma...
Mühendisin kulağına gitmesinden korktuğu için Ahmet Masuma bir şey söylememişti ama, Halil Hilmi efendi de bir zaman tıpkı onlar gibi düşünmüştü. Fakat şimdi büsbütün baş-. ka fikirde idi. Onun yanılmaz bazı alâmetlere dayanan derin kanaatine göre asıl masum zavallı Deli Kâzımın kendisiydi ve bu bacaksız münafık oğlan, onun habis ruhu idi. görünüşte bir gölge gibi ezile büzüle arkasından gidiyor göründüğü halde, hakikatte onu her türlü çılgınlığa ve pisliğe sürükliyen bu frengi. karhasına benziyen Ahmet Masumdu. Bu Ahmet Masumun adı gibi yüzü de ilk bakışta insanı aldatıyordu: Çıkık alnının altından daima yere doğru bakan yarı kapalı gözler, mahcupluktan titriyor ve terliyor gibi görünen masum bir ağız. Bunların arkasında ne saklandığını, bu ağzın üstünde zaman zaman ne-kadar şeni iki burun deliğinin açıldığını görmek için âdeta pusu kurmak lâzımdı. Kaymakam, onların odaya girdiklerini görünce gözleri kararmıştı. Müderris ile Deli Kâzım o gün belki ilk defa karşılaşıyorlardı. Fakat biribirlerini iki can düşmanı gibi uzaktan takip ettiklerine şüphe mi vardı? İki dakika geçmeden Deli Kâzım bir şey yumurtlıyacak, Hacı Fikri malûm şiddetile derhal azacak ve makam odasında bir kızılca kıyamettir kopacaktı.
Hakikaten de iki dakika gecemden Deli Kâzım kollarını, bacaklarını sallıyarak gülmiye ve deli dolu söylenmiye başladı: — Eh ufak bir zelzele oldu ya., dinleyin siz şimdt rivayetleri... «Efendim ne olacak. Ahlâk bozuldu, kadınlar açıldı..
mekteplerde ilâhi yerine marş okutuluyor... Allah da zelzele âfetile şehri cezalandırıyor», tyi ama, bu nasıl adalet. Ortada suçlular varsa Allah onları cezalandırsın... Bütün şehirden ne ister!.. Kurunun yanında yaşı yakmak yakışır mı Tanrı adaletine...
Halil Hilmi Efendi, Hacı Fikrinin gözlüklerini düzelttiğini ve dizlerinin üstündeki kutudan bir tutam enfiye aldığını gördü:
— Telâş buyurmayın Beyefendi oğlum... Çok şükür büyük bir felâket yok ortada. Yaralananlar Ömer Beyin misafirlerinden ibaret gibi bir şey...
Ömer Beyin misafirleri! Kaymakam işin nereye doğru gittiğini gördü ve ne, pahasına olursa olsun münakaşayı burada durdurmak için inlemiye başladı:
— Doktor bir şey yok diye. Fakat diz kapağım' mutlaka kırılmış olacak... Yoksa bu kadar sancı yapmiyacaktı.
Bu ıztırap karşısında iki taraf da davasını unuttu ve Deli Kâzım ile müderris hemen hemen ayni sözlerle Halil Hilmi Efendiyi teselli ettiler:
— Allaha emanet beyefendi, Allaha emanet., değildir inşallah... Telâş buyurmayın.
IX. Nazik bir mesele
Nihayet akşam... Pazar bozulmuş., eşek ve katır kafileleri çoktan dağın yolunu tutmuş., meydan bomboş... Hacı Hafız tükenmez bir can sıkıntısına benziyen sesile her akşamki ezanını okuyor...
Kadm sesleri çocukları çağırıyor. Birkaç çocuk bir ağızdan «evli evine, köylü köyüne, evi olmıyan sıçan deliğine» tekerlemesini tekrar ediyor.
Koşar gibi meydanı geçenler hep geç kalanlardır. Büyük camide sıvalar döküldüğü ve minarenin külahında biraz çarpıklık iddia edildiği için Hacı Hafız öğle ve ikindi ezanlarını cami. önündeki musalla taşı üzerinde okumuştur. Fakat bu ona bir mevkiinden düşme hüzünü verdiği için akşama tekrar minareye çıkmaktan alıkoyamamişlardı. Allah kimseyi gördüğünden yad etmesin. Yetmişlik Hacı Hafızın ezanı artık zelzelenin sonunu, tabiî hayatın döndüğünü ilân etmektedir. Bir akşam evvelki vakadan yalnız etrafa giden telgraflardan başka bir iz kalmamıştı.
Kaymakam yeni odasında nihayet yalnızdır; hamamdan çıkmış gibi vücudu ezgin, kafası uğultular içindedir. Belediye reisinin evinden gelen tavuklu hasta çorbasını içerken gözleri kapanmaktadır. Akşam ve yalnızlıktan cesaret alarak odanın karanlık köşelerinde dolaşmıya ve hafiften zillerini öttürmiye başhyan Bulgar kızı da ona uyurken belki bir parça arkadaşlık edecektir.
Fakat aksiliğe bakın ki, tavuklu çorbasından biraz sonra belediye reisinin kendisi de tekrar geliyor; elinde mutasarrıflığın uzun ve acele bir telgrafı var...
* Zelzele haberi bütün vilâyette derin bir teessür uyandırmıştır. Bir sıhhî imdat heyeti yola çıkarılmak üzeredir. Telgraf havalesile para gönderilmiş ve icabı kadar avans vermesi için malmüdürlüğüne de ayrıca emir verilmiştir. Açıkta kalan halka yardım edilecek, yaralılara bakılacak, fakir cenazeleri hükümet hesabına kaldırılacaktır. Ayrıca kaymakamın sıhhati da sorulmaktadır.
Halil Hilmi Efendinin zihni yeniden allak bullak olmuştu. Vilâyet telâş ve heyecan içinde. Acele bir imdat heyeti geliyor. Neye ve kime imdat için?!. Ya gönderilen paralar! Sonra niçin telgraf kendisine değil de belediyeye? Tutalım ki, kendi şahsı yaralı farzedüiyor. Fakat makamda cevap vermiyecek kadar yaralı mıdır? Ah o Rıfat serserisi ile et kafalı Niyazi Efendi... Bu işi başına onlar açtılar. Tevekkeli dememişler, bir deli bir kuyuya taş atar, kırk akıllı çıkaramaz diye...
Belediye reisi çatkın bir çehre ile cevap beklemekte. Halil
Hilmi Efendinin gırtalağı inip çıkıyor; ağzı