yumruklarını göğsüne vurarak ağlıyor, onunla beraber birçok saçlı sakallı adamlardan ayaktaki seyyar fıstıkçılar ve gazozculara varmaya kadar bütün tiyatro hıçkırıyordu. Dünyanın hangi tiyatrosunda hangi yüksek sanat eseri bu kadar gözyaşı akıtmıştı? «Kendi cevvi, kendi eflâkinde kendi tair» olan Fikret bile belki şöhretinin büyük kısmını Balıkesir zelzelesi şiirine borçlu idi. Ellerinde daha iyi bir şey bulunmıyan gazeteler belki yarın yine onun «Verin zavallılara» sim kuşanacaklardı. Fukara tabutla-larına örtülen iğreti bir şal gibi. Şu halde?

Şu halde yapılacak şey sade idi. Enkaz haline gelen talihsiz Sarıpmar için bir şiir yazmak... Hem de halkın kendi sesi demek olan hece veznile. Bunun «Verin zavallılara» nın pabucunu dama attıracağına şüphe var mı? Mademki zelzele bu bedbaht topraktan kıyamete kadar el çekmiyecek bir gök zulmüdür. Şu halde bu şiir istikbalin de şiiri olabilir. Her kasaba sarsılıp yıkıldıkça gözyaşlarıyla tekrar edilecek ve ebetlerle yaşıyacak bir şiir! Ancak bunun şartlan vardır. Acele etmek, lokmayı başka açıkgözlere kaptırmadan akşama kadar şiiri tamamlamak ve ne pahasına olursa olsun yarın sabahki gazetelerin hattâ bir kaçında çıkmasını temin etmek. Hele şairin samimiyeti yalnız lâkırdıda bırakmıyarak, çamsakızı çoban armağanı kabilinden yirmi beş liracık bir yardımda bulunduğu da ayni gazetenin bir köşeciğinde ilân ediliverirse...

Selim Şevket ev halkını sofaya toplıyarak sıkı bir emir verdi:

— Buraya bakın... Ben bugün milletimin derdile meşgulüm. Gelenlere yok denecek. Dırıltı, gürültü edenin belini kı-rarım...tşte bukadar...

VIII. Müderris ve mühendis

Kaymakamın yeni odası o gün akşama kadar geçmiş ol-suncularla dolup dolup boşandı.

Kimler yoktu? Halil Hilmi Efendiye karşı daima biraz ağır alan eşraf, büyük, küçük bütün memurlar ve bütün çarşı esnafı, hacılar, hocalar, dervişler, simsar ve konturatçılar, hükümette işi olan ve kaymakamla yatak başmda tanışmak veya dargın olup da barışmaktan bir fayda umanlar; sonra Çarşamba pazarına inmiş köylüler...

Yaşlı ve hatırlı olanların sıra sıra sandalyelere dizilmelerine karşılık ötekiler sadece karyolanın önünde bir geçit töreni yapıp çıkıyorlardı. Şimdiye kadar ne hiç bir on Temmuz şenliğinde ne başka bir bayramda hükümete böyle bir kalabalık akını olmamıştı. Bir muhasebe kâtibi bu kadar ziyaretçiye kahve dayanmıyacağmı akıl ederek Hurşide iki kova dolu.su koruk şerbeti yaptırmamış olsaydı kaymakam o gün mutlaka iflâs ederdi.

Halil Hilmi Efendi kendini tarnamile vukuata bırakmış, takkesinde altın nazarlığı eksik bir sünnet çocuğu gibi, yatağında oturuyor, yaralarını soranlara gitgide kısalarak bir hekim raporu kuruluğu alan sözlerle cevap veriyor ve etrafında konuşulanları dinliyordu.

On beş yirmi dakikada bir, belli başlı bazı kimselerin kalkıp yerlerine yenilerinin oturması ile başlayan her yeni seansta evvelâ geceki zelzele, konuşuluyordu. Felâket olmasına bunun hakikî bir felâket olduğunda şüphe yoktu. Zarar da herhalde büyüktü. Fakat hâlâ Ömer Beyin merdiveninden başka hiç bir yıkıntıdan bahsedilmediği gibi, bu merdivende kazaya uğrıyanlara da hiç bir yeni yaralı ismi ilâve edilmiyordu. Bir de aşağı mahallede bir kasabın anasının öldüğü muhakkak olarak söyleniyordu. Sonra yavaş yavaş tarihe geçilerek takımı ile yerin dibine batmış bazı eski şehirlere ait korkunç zelzele vakaları anlatılıyor ve keramet hikâyelerinde karar kılınıyordu.

* * *

O günkü ziyaretlerin en ehemmiyetlisi müderris Hacı Fikri Efendininki oldu.

Hoca her mânasile büyük adamdı. Soyunda birçok meşhur ulema, müderrisler, kazaskerler, bir şeyhislâm ve hele bir Ev¬liya vardı ki, yeşil teneke kaplı sandukası, bez parçaları ile dolu parmaklığı ve fenerile Sarıpınar sokaklarından birinin tâ ortasında yanar ve gelip geçen insanlarla arabaları etrafında bir yarım daire çevirmeye mecbur ederdi.

Kendisi vaktile Yıldız sarayında Abdülhamit şehzadelerinin hocası idi. Bir gün bunlardan birini «domuz oğlu domuz» diye azarladığı için gazaba uğramış ve 24 inkılâbına kadar Bağdatta sürgün kalmıştı.

Müderris Hacı Fikri Efendi senelerdenberi İttihatçılara dargındı. Bayram ve donanma günlerinde bile hükümete uğramaz ve medrese dışında kimse ile görüşmezdi. İttihatçılar da ona arasıra kızmakla beraber ufak tefek münasebetsizliklerim hoş gömüye meylederlerdi. Sebebine gelince, Müderris son derece huysuz bir adamdı. Hele ulema sınıfı ile hiç uzlaşamaz-dı. İttihatçıların zayıf bir zamanında 31 Martın bütün kılıç artıkları kafile kafile İtilâf ve Hürriyete geçerlerken, Hoca - sırf onlara inat - kaya gibi yerinde durmuştu. Sonra büyük kabine zamanında da - yine sırf akıntının tersine kürek çekmiş olmak için - olanca aksiliğile İttihatçıları tutmuştu.

Müderrisin bu ziyaretindeki ehemmiyeti gayet iyi takdir eden kaymakam pek keyiflenmişti. Efendi hazretleri arasıra sigara içeceği zaman Halil Hilmi Efendi kibritini yakmak için yatağından uğramağa davranıyor ve Müderrisin buna mâni olmak için yaptığı hareketler üzerine aralarında âdeta kucaklaşmalar, öpüşmeler oluyordu. Hulâsa her şey yolunda gidiyordu ve gidecekti. Fakat aksi bir tesadüf yine her şeyi bir anda altüst etti. Halil Hilmi Efendi, medrese avlusuna taşınan yaralılara talebei ulûmun gösterdiği şefkati methederek müderrisi memnun etmiye çalışırken kapı açılmış, ve belediye mühendisi Deli Kâzım arkasında muallim Ahmet Masum ile içeri girmişti.

Deli Kâzım, tarihin bütün felâketlerini softalık ve softa kafasile izah eden coşkun ve ölçüsüz bir yenilik âşlkıydı. Daha bir ay evvel Meşrutiyet gazinosunda «medreseleri yikma-dıkça, softalann sarığını hayvanların boynuna yular yapmadıkça | bu memleket kurtulmaz» diye bağırarak kasaba ahalisini bi-ribirine düşürmüştü. Deli Kâzım, Meşrutiyet mektebi

Вы читаете Değirmen
Добавить отзыв
ВСЕ ОТЗЫВЫ О КНИГЕ В ИЗБРАННОЕ

0

Вы можете отметить интересные вам фрагменты текста, которые будут доступны по уникальной ссылке в адресной строке браузера.

Отметить Добавить цитату