yatağının üzerinde mukabele hafızlan gibi diz çöküp sallanarak söyleniyor, kumandana çıkışıyordu:
— Berbat ettin bir çuval inciri kumandan bey... Ne diye böyle işlere karışırsın be birader?
Kumandan yavaş yavaş kendini toplamıya ve kızmaya başlamıştı. Kaymakama karşı koymamakla beraber daha ileri gidilmesine tahammül edemiyeceğini anlatan donuk bir resmiyetle:
— Müsaadelerine mağruren görürüm kaymakam bey na böyle ortada yatar... Doktor resmen der ki; «ağır mecruhtur; belki olmuştur nezfi dimaği hafızallah anladın mı efendim, başsız kalır mı ya bu memleket? «Sen eşek başı mı idin» derlerse ben ne cevap veririm? Ben askerim. Bilmem ne der sizin karakaplı?
İşin fenası Halil Hilmi Efendi bu işte bir yolsuzluk hissediyor, fakat böyle sıkı bir vaziyette mutasarrıflıkla muhabere salâhiyetinin kime ait olacağına dair kendi karakaplısinda da bir sarahat hatırlamıyordu,.
Kumandan bu noktaya bir kere daha bastı: — Bendeniz bilmem öyle pek ince idarei mülkiye ahkâmını... Ama iki paralık gazeteci çarşaf gibi telgrafı döşenince doğru bulmam bendeniz mafevk makamı haberdar etmemeyi affınıza mağruren kaymakam bey.
Kaymakam asker memurlara karşı daima biraz çekingen durur, hele bu Niyazi efendi gibi akıllı uslu konuşurken .sırtarmasına bir an kâfi gelenlerinden âdeta korkardı. Onun için gittikçe artan öfkesinin oklarını hiç tehlikesiz çevirebileceği bir başka hedef bulmuş olmaktan memnun, avaz avaz bağırmaya başladı.
— Demek bunu, o Rıfat teresi yaptı ha... Bak keratanın yediği halta. Memur iken gazetecilik etmek ve üstelik gazetesine tahdişi ezhanı mucip telgraf çekmek ha..! İyi ki haber verdiniz kumandan bey...
Alimallah kuyruğunu tava sapma çeviririm o teresin. Sormadan hudut harici ederim. İstanbuldaki hamisini hiçe sayarım vallahi. Hemen şimdi getirin o teresi bana... Ne öküz gibi yüzüme bakıyorsun Hurşit... O herifi getir diyorum sana... Şimdi yatağımdan kaldıracaksın! Kaymakam bu tehdide rağmen Hurşidin ağır alacağını ve kumandanın araya girerek Rifata şefaat edeceğini umuyordu. Fakat onun karanlık ve sakin bir çehre ile bir kelime söylemeden dimdik ayakta durduğunu ve Hurşidin köşeyi dönmek üzere bulunduğunu görünce tekrar seslendi:
— Geeel!..
Zayıf .adamların çoğunda olduğu gibi onun hiddetleri birdenbire parlamakla beraber ancak tamir edilmez bir vaziyetin başlıyacağı ana kadar sürerdi. Evet, 0 ne Rıfattan, ne onun bugün süngüsü düşük olmakla beraber yarın ne olacağı bilinmiyen Gümülcineli İsmaillerinden ve Şaban ağalarından perva edecek adam değildi Fakat onunla hesabını görmek için daha çok zaman vardı. Yatağında yaralı da olsa şimdi onu vazife bekliyordu. Bu dakikada ne halde olduğu bilinmiyen koskoca bir kazanın mes'uliyeti onun boynunda idi.
— Gel kumandan bey., gel otur da şu işi bana etraflıca anlat...
Jandarma kumandanı, elinde not defteri ile karşısında duruyordu. Ancak bu defterde biraz evvel kaymakama okuduğu telgraf suretinden başka dişe dokunur bir şey yok sibivdi. Onları okumak ihtiyarın tekrar merakını kaldırarak kavgayı ta- | zelemekten başka bir netice vermiyecekti.
Niyazi Efendi kasabayı devre çıkarken her mahallede kaç yıkık ev, kaç ölü, kaç yaralı bulunduğunu kaydetmek için defterine bir istatistik şeması çizmişti. Fakat imamlar, muhtarlar «Halekallahül bakar fi sureti beşer» mahlûklardı. Kumandan kapılarını çaldığı zaman bu hissiz herifler 'horul horul uyuyorlardı. Mahallede ne zayiat olduğunu bilmek şöyle dursun, bazıları zelzeleyi bile ondan öğreniyorlardı.
Hâsılı kumandanın getirdiği haberler de biraz evvel Hurşidin verdiği malûmattan rek farklı değildi. Ancak ««az» sıfatı ile «bir miktar» arasındaki fark kadar.
Kumandan Hurşidin bu sefer de kendisi için demlediği çayı içmek ve masada kalan simit kırıkları ile zeytin, peyniri ye¬mek üzere masa başına oturmuştu. O. arasıra yere attığı parçaları kâfi bulamayıp masaya pertav etmiye kalkan köpeği Bolatini döverek kahvaltısını ederken kaymakam da çatık ve gamlı bir çehre ile yatağında düşünüyordu. Kavga etmek korkusu ile ikisi de zelzele lâkırdısını bırakmışlardı.
Niyazi Efendi biraz sonra bu. şeferî vaziyetin uyandırdığı hatıralarla Makedonya dağlarında geçirdiği geceleri, Bulgar, Sırp ve Malisor çetelerine yıllarca nasıl duman attırdığını an- latmıya başladı. Fakat kaymakam bu hikâyelere her zamanki gibi hayran görünmemek suretile hoşnutsuzluğunu gösteriyor, ve büsbütün susmuş görünmemek için arasıra «Hn.. yaaa.. oooo..» gibi nidalarla mukabele ediyordu Halil Hilmi Efendinin kumandana bu kadar içerlemesine sebep yalnız mutasarrıflığa giden tehlikeli telgraf değildi. Arasıra onun ötede beride «burada ben olmasam yer ahali biribi-rini... Bereket yılar benden... Kaymakam bana dua etsin» gibi palavralar sarfettiğini haber alıyor, bu adamın kendisine karşı bir hami tavrı takınmasına tahammül edemiyordu. Kendisi bazan hükümette yahut sokakta ahaliden birinin şikâyetini dinlerken Niyazi Efendi söze karışır, havada kamçısını şaklatarak: «Utanmaz mısınız kaymakam beyimizi rahatsız etmiye be haramzadeler. Ben bilirim sizin ciğerinizin içini... Hâlâ da söyler. Dökerim senin dişlerini» diye şikâyetçiye çıkışırdı.
Halil Hilmi Efendi birkaç kere: «Müsaade edin kumandan bey, müsaade edin» diye söylenip Niyazi Efendinin bir madenî düdük gibi öten sesini bastıramıyacağmı görünce çaresiz kendisi de bağırmıya başlar; fakat bu kumandana karşı olamıya- cağı için arada şikâyetçi yanardı
* * *
Biraz sonra epeyce ışıyan meydanın karşı köşesinde bir köylü hafilesi görünmüştü. Bunlar dağ köyleri ahalisindendi. Çarşamba pazarında satılacak mahsulleri ve hayvanları ile beraber geceden - hattâ bir kısmı bir gün evvelden - yola çıkarak sabaha doğru Pmarbaşmda toplanırlar, bir kervan halinde kasabaya girmek için ortalığın aydınlanmasını beklerlerdi.
Jandarma kumandanı onları görünce acele ile çayını bitirdi ve defterini çıkararak zelzelenin civar köylerde meydana getirdiği zararları tahkik için yanlarına koştu.
Köylülerden hemen hiç birisi hangi saatte yola çıktığını bilmediği için köylerde ne olup bittiğini