En doğrusu, kasabayı biribirine katmaktansa babalığının, baş göz sadakası, daha bir beş on lirayi gözden çıkarması, hükümetin de yardımile kızı îstanbulda bir yere aşırmağıdır.
İstanbul ona göre neleri kaldırmamıştır ki...
Fikir güzel olduğu gibi tatbikinde de bir güçlüğe raslanma- mıştır. Fakat üç sene sonra İstanbul bir fazilet krizi geçiriyor; l— İttihatçılar müslüman kokotların pek kalbur üstü olanlarını öteye beriye sürüyorlar; bu arada Naciye de kendi memleketine, yani talihsiz Sarıpmara geri çevriliyor.
Yalnız Naciye şimdi artık eski Naciye değildir. İstanbul mekteplerinde okumıya gönderilmiş en kabiliyetli memleket çocuklarından bir çoğunun fena doktor, fena avukat, fena mühendis olarak geri dönmüş olmalarına mukabil o, sanatının tam eri bir kokottur. Şık çarşafları, elmas yüzükleri, hattâ biraz hazır parası vardır ve marifetlerinin hepsi bundan ibaret değildir...
Çehresi gibi hareketleri ve konuşması da inanılmaz derecede başkalaşmıştı.
Sancak merkezinde ve kazada nüfuzlu hamiler buluyor, onları aralarında hır çıkmadan idare ediyor. Otuz bir Martta Sarıpmarlı birkaç softa asıldıktan sonra yenilik cereyanı adamakıllı kuvvetlendiği için memleket kendisine pek açıktan açığa ses çıkaramıyor. Zaten onun asıl mahareti her türlü taşkınlıktan çekinerek kendine tahammül ettirmeyi bilmesinde, kına gecelerinde oynamayı hemen hemen bir resmî meslek yapmış olmasındadır. Gerçi Naciyenin zaman zaman erkek meclislerinde de oynadığı oluyor. Fakat oynatanlar sen ben değil! Hem zajen bu kızın bir müslüman kızı olmadığı da artık anlaşılmıştır. Murat serserisi Naoiyeyi köy kütüğüne kendi kızı diye kaydettirivermiştir ama, o, karısının ilk kocasından olma bir Bulgjar çocuğudur.
Kim oldukları gerçi şimdi bilinmiyor, fakat sözüne inanılır bir takım ihtiyarlar bunu Muradın kendi ağzından işittiklerini yeminle söylemişlerdir. Yine bu, adı sam bilinmiyen ihtiyarla¬rın söylediklerine göre kızın adı aslında Naciye değil Nadyadır. Zaten' dayılarının onu vaktile Kızanlığa çağırmış olmaları da bunu göstermez mi? Böyle olunca bir Bulgar kızının erkek meclislerinde oynamasından Sarıpmara ne?
Halil Hilmi Efendi birkaç sene evvel bir heyetin hükümete müracaat ederek Naciyenin sicilini bu şekilde değiştirmek istediğini; fakat çapkın Nusretin bile buna cesaret edemediğini eski bir dosyadan öğrenmişti. Evet Naciye resmî kütükte hâlâ Naciye idi. Fakat erkek meclislerinde oynadığı zaman ona Kızanlıklı Nadya, hattâ daha sadece Bulgar kızı demek âdet olmuştu.
V. Jandarma kumandam
Uzaktan ayak sesleri belirmişti. Biraz sonra iki kişinin meydanı geçtiği ve bahçe kapısından girdiği görüldü.
Bunlardan biri jandarma kumandanı îştipli Niyazi Efendi idi.
Kumandan, beş adım arkasında uzun bir jandarma neferi, sekiz on adım önünde boz renkli bir kurt köpeği ile kasaba sokaklarını devirden dönüyordu. Fakat dolakları, tabancaları, fi-şekliklerile bir şekavet veya isyan bölgesinden döner gibi bir hali vardı.
îştipli Niyazi Efendi hürriyet kahramanı Niyazi Beye bir parça benzerdi. O Meşrutiyetin ilk senesinde bir gün Gümülci-nede bir sokaktan geçerken halkın kendisini Niyazi Bey sanarak alkışlaması üzerine bunun farkında olmuştu.
Hemen her gece kahramanın duvara asılı bir resmini indirerek ayna karşısında kendi çehresile karşılaştırır, Allahm hikmetine hayran olurdu. Hattâ bir ara bir geyik satın alarak alıştırmayı düşünmüş, fakat resmî vazifede bunun pek pratik olmıyacağını anlıyarak ucuz bir kurt köpeği tedarik etmişti. Hele Niyazi Beyin öldürülmesinden sonra Gümülcine ahalisi gibi, kendi de kendini onunla karıştırır olmuş, teklifsiz ahbap¬ları yanında Enver paşadan «bizim Enver» diye bahse başlamıştı.
Kumandan, bütün geceyi ayakta geçirmiş olduğu halde dinç ve pırıl pırıldı. Kaymakamın portatifi önünde kunduralarını birbirine vurup bir asker selâmı çakarak tekmil haberi verdi. Sabaha kadar kasabayı dolaşmış, bir bir kapılan çalarak tahkikat yapmıştı. Çok şükür zayiat yoktu. Yalnız..! Yalnız gece yansından sonra merkeze verdiği telgrafta bunun aksini söylemiş, hattâ kaymakamın ağır yaralılar arasında bulunduğunu bildirmişti.
Kaymakam yaralı yerlerinden birine basılmış gibi yatağından hoplıyarak:
— Aman be birader ne yaptın? diye bağırdı.
O klâsik bir idare adamıydı, meslek hayatında vakaları daima olduklarından hafif göstermeyi bir idare kaidesi olarak bellemişti. Dolu, zelzele, dağ yangını, su baskını gibi insan mes'uliyetini aşan gök âfetleri karşısında da, ne olur ne olmaz bu kaideyi değiştirmezdi. Onun için kumandanın bu havadisi adamcağızı deliye döndürdü. Sargı bezlerini bozmaktan kork-mıyarak yumruğu ile kafasına vuruyor:
— Vallahi billahi karışmam, temizlersin yaptığını, diye söyleniyordu.
Zaten yaptığından pek memnun olmiyan kumandan da Halil Hilmi Efendinin bu telâşı karşısında şaşırdı. Dili damağı kuruyarak izahat verdi: Kaymakamın yaralı olduğunu ve daha birçok kimselerin kan revan içinde Çinili medrese avlusuna taşındığını görünce şaşırmıştı. Tahrirat kâtibi bir aydanberi izinli olduğu için ortada hükümet yok demekti. Belediye başkâtibi Rıfatm, havadisi telgrafla İstanbuldaki gazetesine gönderdiğini duyunca o da merkeze bir telgraf uçurmıya mecbur olmuştu. Kaymakamın ısrarı üzerine Niyazi Efendi yan cebinin düğmesini çözdü, meşin kaplı bir defter çıkararak telgrafın suretini okudu. «Şedit hareketiarz vuku bulup ehemmiyetli hasar ve zayiat bulunduğu maruzdur. Kaymakam ağır mecruhlar arasındadır».
Artık yara, bere düşünülecek zaman değildi. Kaymakam