IV. Bulgar kızı yahut Kısanlıklı Naciye
Kendinden evvelki kaymakamın Bulgar kızı ile bazı rezaletleri olmuştu. Hattâ Nusret adındaki bu haşarı oğlanın başının yenmesine bir parça da bu dedikodu sebepti. Yalnız Nus-retin kendisi defolup gittiği halde, «Sarıpmar» kazasına yadigâr bıraktığı belâdan, Bulgar kızından kurtulmak bir türlü mümkün olmamıştı.
Çok çekingen bir idare adamı olan Halil Hilmi Efendi mutasarrıflığa yazdığı bir tahriratta:
«Mumaüey Nusret Beyin makamında ipka kılınıp mezbure Bulgar kızı Nadya, namı diğer Kızanlıklı Naciyenin mahalli ahara teb'idi kazamız hakkında daha hayırlı olurdu» yolunda bazı cümleler yazmak cesaretini göstermişti. Fakat Mutasarrıf ona hususî bir mektupla Nadya-nrn, Dahiliye nezareti eelilesi emri ile «Sarıpınar» da ikamete memur olduğunu hatırlatarak başından büyük işlere burnunu sokmamasını ihtar etmiş; fakat ayni zamanda da «sizin gibi hüsnü ahlâk ve fikri ciddiyet sahibi bir zatın nezareti altında bulunduğu müddetçe bizce hiçbir yolsuzluk mutasavver değildir» diye onu pohpohlamıştı.
Bulgar kızından o günlerde hiçbir şikâyet gelmiyordu. Fakat bu onun uslu yaşadığına delâlet etmezdi. Kazada birçok belli başlı kimselerle yatıp kalktığı nalde kendisinin şimdiye kadar yüzünü bile görmediği bu maskarayı bir kere makamına çağırması ve hükümet kuvvetini hissettirmesi fena mı olurdu?
Kızın geleceği günün sabahı Halil Hilmi Efendi karbonat¬la dişlerini ovdu; pantolonunun pürüzlenmiş parçalarım makasla düzeltti, sonra çarşıya çıkarak fesini kalıplattı; sakalını düzelttirdi. Maksadı ona babaca nasihatler vermekle başlamak, bir yüzsüzlük yapmıya kalktığı halde, şiddetle çıkışarak ne adam olduğunu anlatmaktı.
Bulgar kızı arkasında yeldirmeye benziyen bir eski manto, başı siyah bir örtü ile sımsıkı kundaklanmış, odanın en karanlık köşesinde ayakta duruyor, nereye sokacağını bilemediği ellerini titremesini önlemek ister gibi parmaklarını kilitliyordu. Parmaklardaki incecik eldivenler müstesna, bu kılık kıyafete, bu «müeddep» duruşa diyecek bir şey olmamak lâzımdı. Fakat o Nusret ahlâksızı zamanında buraya geldiği ve daire kapandıktan sonra karanlıklara kadar kaldığı günlerde muhakkak ki böyle durmamıştı. O zamanlar üzerinde ne bu külüstür ebe kadın mantosu, ne bu çatkı, ne bu eldivenler, ne daha kim bilir neler elbette yoktu.
Halil Hilmi Efendi Bulgar kızmın makam koltuğunda Nu.s-retin kucağına oturduğunu, bacaklarını makam masasının üstüne uzatarak - çorapları ile kısa etekleri arasında açık kalan çıplak etini - resmî kâğıtlara sürdüğünü, ellerile kaymakamın dudaklarını, burnunu sıktığını gördü. Şimdi her oturuşta kırık bir armonik gibi çeşit çeşit sesler vererek çöken bu makam koltuğunun yayları tevekkeli mi bu hale gelmişti?
Bütün bu rezaletler, kendisinin geceleri bir yer yatağı serdirip yatmaktan bile ürktüğü bir makam odasında, sultan Meh-medin karşı duvardaki çerçevesinden hayretle bakan büyük gözleri karşısında olmuştu, öyle mi? Bu düşünce Halil Hilmi Efendiyi âdeta kudurtmuştu. Gözlerinde gaddar bakışlar, sesinde mavzer kurşunu çatlayışları ile belki iki üç dakika esti, savurdu; Bulgar kızma şimdiye kadar hiç kimseye söylemediği kelimelerle başladı. Şimdiye kadar hiç kimseye söylemediği sözler sarfetti. Ah bu ses ve bu bakışları idarecilik hayatının daha başka saatlerinde de bulmak mümkün olsaydı1? Şimdiye kadar mutasarrıf, hattâ vali idi. Ancak bu bakışların okları Bulgar kızının etrafını tarayor; duvardaki Asya haritasını, «Ah minel aşk» levhasını delik deşik ediyor; çatlaklar ve bu¬dak delikleri arasından geçip gidiyor, fakat bir türlü asıl hedefe kızın yüzüne rastlamıyordu. Ne yapsın, yirmi beş senelik idare hayatında bir kere bile gözlerini bir kadın yüzüne dikmemişti. Bu masanın önünde birçok çarşaflı, peçeli (hemşire hanımlar), maramalarmı burnunun altından iğnelemiş birçok köylü ablalar geçmemiş değildi. Fakat o hiç bir zaman bunların yüzlerine bakmamış, bakışın tesirini sesine verdiği dargın bir hayvan homurtusu ile telâfiye çalışmıştı.
Fakat Bulgar kızının, ince eldivenleri arasında belirmiş bir mendil ile gözlerini silmesinden istifade ederek o gün buna da cesaret etti. Kız ağlıyordu; fakat ne ağlayış yarabbi! Garip karıcığının da gerçi yirmi beş senedenberi bundan başka bir şey yaptığı yoktu ama...
Bulgar kızı daha sonra aynı mendille burnunu silmeğe başladı. Burun silmek oldukça uygunsuz manzaralardan biridir. Hattâ fazla nezaketli insanlar bunu yaparken başlarını öte tarafa döndürürler. Ne yazık ki kan kocalar arasında böyle bir şey âdet olmamıştır; çünkü aile samimiyetine sığmaz. Hele biraz eskimiş karı kocalar arasında mubah olmayan ne kalabilir ki! Evet kendi karısı da, yüzündeki irin sarılığına mukabil nezleden daima kabarık ve kırmızı olan burnunun örselenmek-ten hafifçe nasır bağlamış kanallarını durmadan süer. Fakat Bulgar kızının kü..
O bu işi yaparken burnunun üst kısmı incelip ağarıyor; hoşlandığı bir kokuyu derinden derine içine çeker gibi burun kanatları kısılıyor; sonra çekilmiş kan eskisinden daha kırmızı ve kuvvetli olarak geri geliyor; burun kanatları tekrar genişliyor, oynuyor. Bu kızın burun silişi böyle olursa ya...! Kahpe tevekkelimi kasabanın gencini ihtiyarını birbirine katmıştı?
Halil Hilmi Efendi Bulgar kızma artık korkmadan bakıyordu. Fakat o korkuyordu. Hem nekadar! Kaymakam bir aralık elini kaldırmıştı. Bulgar kızı tokat yiyeceğini zannederek ürktü, başını hızla geri atarak dirseğini yüzüne siper etti.
Ne ürkek, ne biçare bir hali vardı bu kızın! Kendisi de Nusret gibi namussuz gir idare adamı olsaydı neler neler yapamazdı ona? Bir kelime söylemeden, daldan armut koparır gibi sadece elini uzatması kâfi idi. Evet, o istese Bulgar kızını bir elile belinden, ötekile çenesinden yakalıyarak, şu koltuğun, üzerinde, dizlerine oturtabilirdi; eldivenli elinden o küçücük mendili alıp, bu sefer kendisi onun burnunu silebilirdi. Hem de gaddarcasma burarak ve hırpalıyarak... Kızın bunlara ses çıkarmadan razı olacağına, hattâ tehlikeyi bu kadar kolay geçiştirdiğine sevineceğine şüphe mi vardı?