suçu yoktu. Sarıpinar gerçi yıkılmıştı. Fakat enkaz halinde de olsa, açıkgöz bir gazeteciyi birkaç gün geçindire-bilirdi.
Kahvecinin getirdiği suyun yarısı ile yüzünü yıkıyan ve bir acem papağısı gibi kabarmış saçlarını tarayan Ali Ferdi hafif öksürüklerle sesini ayarlıyarak konuşmıya başladı.
— Vakit kaybetmemeliyiz. Bir şeyler düşünmeliyiz.
— Ben niçin geldim ya?
— Sen şimdiden facianın edebiyatını yapmıya başlamalısın.
— İş ona kalsın. Evvelâ mesele hakkında bir miktar tafsilât edinmek lâzım.
— Valiye yahut daha iyisi mutasarrıfa bir cevaplı teLgraf çeksek acaba?
— Belki bu saatte kendilerinin de haberi yoktur. Cevabını üç günde alırız.
— Doğru. Hem ister misin sayei şahanede bir şey yoktur diye cevap versinler.
— Ona ne şüphe! Benim edebiyat da gümler o vakit...
— O halde ne yapacağız?
Hüseyin Rüsuhî Çopur Resmî isminde bir arkadaşını hatırladı. O, zehir gibi kalemi olan bir şantaj üstadı idi. Fakat nedense memurluğu gazeteciliğe üstün tutardı. Arasıra azledilerek İstanbula geldikçe gazetelerden birine kapılanır, birkaç ay şantaj yaparak yeni bir memuriyet kopanp giderdi. Şimdi bir senedenberi Sancak idadisinde fransızca ve tarih muallimi idi. Ali Ferdi:
— îyi düşündün dedi. Çopur Resmî biçilmiş kaftandır. Telgraf havalesile biraz para gönderirsek akşama kadar mutlaka dişe dokunacak bir şeyler gönderir. Biz de bir parça şişirdi* ğimiz gibi... Mamafih sen ihtiyatlı bulun. Geç vakit aksi bir haber gelirse şaşırmayalım. Sanpınarda bir şey yoksa tahdişi ezhanı mucip yazı yazan «Nidayı Hak» a güzel bir kötek atmalıyız.
«Millet Sesi» idarehanesinde Çopur Resmî'nin telgrafı yazılırken şair Selim Şevket de evinin Kalamış koyuna bakan penceresi önünde «Nidayı Hak» ı okuyor. ve kendi kendisile konuşuyordu:
— Yarabbi bu milletin felâketi ne zamana kadar devam edecek. İtalyan muharebesi, Balkan muharebesi, kolera., sıra sıra yangınlar... Biçare Anadolunun rahat bir nefes alacağı sırada da bu zelzele âfeti.
Gözlerini kapadı» baştan başa yıkılmış bir köy gördü ve Fikretin «Verin zavallılara» manzumesinin ilk mısraını okudu:
«Harabı zelzele bir köy... Şu yanda bir çatının..
İkinci mısraı bir türlü bulamıyor, teessürünü güzel bir şiirle gideremediği için rahatsız oluyordu. Çaresizlikten:
«Giridin çok yaşamış yırtıcı bir kartalına «Sorunuz kaç kişinin beynini bel' etmiştir. diye bir başka süre başladı. Bunun gerçi zelzele ile bir alış verişi yoktu. Girit müslümanlannın sadece siyasî olan felâketlerinden bahsetmesine göre başka bir gök zulmü ile de alâkalı farzedüemezdi. Fakat ne de olsa «muztarip insanlığın elemini terennüm eden» bir feryat idi.
Salim Şevket küskün bir «Edebiyatı Cedide» şairi idi. Küskün; çünkü ötekilerden aşağı kalır bir yeri olmadığı halde tutmamıştı. Meşrutiyetin ilk senesinde «Tahassüs minyatürleri» adı altında neşrettiği Sonnetler denize atılmış birer minimini taş kadar gürültü ve kırışık yapmadan kaybolup gitmişlerdi. Politika kavgalarından dese değil. Çünkü bir yanda kan gövdeyi götürür, Ahmet Samim, Şehrahcı Zeki gibi muharrirler sokak ortalarında öldürülürlerken öte yanda şairler pekâlâ hazan ve akşam şiirleri yazıyorlar ve bunların etrafında kiyamet-ler kopuyordu. Sükût yalnız kendi etrafında idi; hem de frenklerin dediği gibi kahpe bir sükût suikasdı.
O her yerde her vesile ile göklere çıkardığı, yeni yetişme gençlere karşı söz ve yazı ile müdafaa ettiği, bazılarının hattâ «üstadım» diye ellerini öptüğü yakın arkadaşlarından (yani Edebiyatı Cedidecilerden) bile nankörlük görmüştü. Selim Şevket, arasıra masraflı davetler yaparak bu adamları evine toplar, yemekten sonra onlara en güzel şiirlerini heyecandan titreyip tıkanarak okurdu. Fakat bu nankörler, aralarında ağız birliği etmişler gibi bu şiirleri sükût içinde dinlerler; kendisi de çaresiz ayni donuk tavrı alarak «işte bu da böyle bir şey» diye kâğıtları cebine koyardı. Bununla beraber çok geç, hattâ ölümünden sonra bile olsa kendi gününün de nihayet gelmesinden ümidini kesmiş değildi. Suyun yüzüne düşmesile kaybolması bir olan taşın üzerinden zaman denizi elbette bir gün çekilecekti. Hele kendisi gibi ay başlarında babadan kalma bir han ile birkaç dükkânın aylıklarını toplamak ve tamirlerini yaptırmaktan başka işi gücü olmı-yan bir şair için bunun biraz erken veya geç olmasında ne fark vardı?
Selim Şevket kabahati bir zaman aruza yüklemiye çalışmıştı. Zaman değişiyor, eşsiz ve ilâhî ahengine rağmen aruz gümlüyordu. Bunu hazin bir realite olarak kabul etmek lâzımdı. Fikretin münakaşa edildiği, Cenap haşmetinde bir heykelin şurasından burasından çatladığı bir zamanda aruz ve Edebiyatı Cedide arsasında temel tutturmıya çalışmak boşuna bir gayret değil miydi? Düşmesini istemeyen zamana ayak uydurmasını bilmeli idi.
Şair bu, düşünce ile minyatürlerin henüz basılmamış olanlarım tiksine tiksine heceye çevirdi. Fakat piyanodan sonra davula başlayıp bunu da başaramadığını gören biri gibi kendini kendine karşı küçük düşürmekten başka bir netice elde edemediğini görünce...
Selim Şevket birkaç aydanberi bazı yeni şeyler düşünüyordu. Sanat sanat içindi; bu muhakkak! Fakat ne çare ki» pratik hayatta bu, kunduracının sırf kendi ayağına göre kunduralar yapmasına benzer bir şeydi. Kendini halka tanıtmak is-tiyen sair aktualiteye dair şiirler yazmalıydı. Bunlarda yüksek bir sanat bulunmasa bile halk tutuyordu. Keyfine karışamazsın ya, halk bu! Meselâ edebî kıymet bakımından hiç iğrabda mahali olmayan biri, meşhur Aksaray yangını üzerine yazılmış bir şiirle birdenbire meşhurlar sırasına girivermişti. Eliza Bine-meciyan, Donanma cemiyeti tiyatrosunda baştanbaşa siyah tüllere sarınarak:
«Aaah ey zulmet içinde sürünen ailejfer «Kahrolun şekli harika bürünen haileler» nakaratını tekrar ederken Yağcı Şefik Bey,