vücuduna bağlı olduğunu anlıyarak birdenbire dehşet içinde kaldı. Daha garibi bacağı da ayni halde idi. Üstelik yaz kış kulaklarına kadar geçirmeden yatmadığı gecelik yün takkesi yerine başında sargı bezlerinden bir de acayip Yeniçeri kavuğu farkedince kendini tutamıyarak «aman» diye bağırdı.
Bu ses, karyolanın biraz ilerisindeki bir hasır üstünde oturduğu yerde uyuyakalmış bir adamı, kendi jandarması Hurşidi uyandırdı.
Bu saatte başka bir adamın bağırmış olmasına imkân olmamakla beraber Hurşit «Sen min bey?» diye sordu... Sonra uyurken yere düşürdüğü fesini bulup başına geçirerek ilâve etti:
— Noldu bey? Kaymakam zayıf bir sesle:
— Ne olduğumu sen bana söyle Hurşit, dedi. Ne oldum ben? — Hiç bey... Sanki biraz yaralandın da... Bu söz kaymakam yaralarının cins ve derecesi hakkında bir fikir veremezdi. Çünkü Hurşit, en ağırına kadar, her türlü vukuatı daima bu «az» sifatile tasvir ederdi: — Az yangın oldu, az dişimi çektirdim, çocuklar az biribirlerini bıçaklayıverdiler...
Halil Hilmi Efendi uyandığı zaman vücudunda ağrıya, sızıya benzer bir şey duymamıştı. Şimdi de yine kendini derinden derin dinlediği halde bir ağırlık ve uyuşukluktan başka bir şey hissetmiyor, fakat küçük bir hareket yaparsa birdenbire ağrılar içinde kalmaktan korkarak kımıldanmıya ce'saret edemiyordu.
— Neremden yaralıyım Hurşit?
— Başından, kolundan, bacağından, boynundan... Edep söylemesi, kuyruk sokumundan...
yaz kış kulaklarına kadar geçirmeden yatmadığı gecelik yün takkesi yerine başında sargı bezlerinden bir de acayip Yeniçeri kavuğu farkedince kendini tutamıyarak «aman» diye bağırdı.
Bu ses, karyolanın biraz ilerisindeki bir hasır üstünde oturduğu yerde uyuyakalmış bir adamı, kendi jandarması Hurşidi uyandırdı.
Bu saatte başka bir adamın bağırmış olmasına imkân olmamakla beraber Hurşit «Sen min bey?» diye sordu... Sonra uyurken yere düşürdüğü fesini bulup başına geçirerek ilâve etti:
— Noldu bey? Kaymakam zayıf bir sesle:
— Ne olduğumu sen bana söyle Hurşit, dedi. Ne oldum ben? — Hiç bey... Sanki biraz yaralandın da... Bu söz kaymakam yaralarının cins ve derecesi hakkında bir fikir veremezdi. Çünkü Hurşit, en ağırına kadar, her türlü vukuatı daima bu «az» sifatile tasvir ederdi: — Az yangın oldu, az dişimi çektirdim, çocuklar az biribirlerini bıçaklayıverdiler...
Halil Hilmi Efendi uyandığı zaman vücudunda ağrıya, sızıya benzer bir şey duymamıştı. Şimdi de yine kendini derinden derin dinlediği halde bir ağırlık ve uyuşukluktan başka bir şey hissetmiyor, fakat küçük bir hareket yaparsa birdenbire ağrılar içinde kalmaktan korkarak kımıldanmıya ce'saret edemiyordu.
— Neremden yaralıyım Hurşit?
— Başından, kolundan, bacağından, boynundan... Edep söylemesi, kuyruk sokumundan...
* * *
Halil Hilmi Efendi bir yerinde bir ağrısı, sızısı bulunmamasına mukabil hararetten yanıyordu. Hurşitten su istedi. Fakat o çatık ve ciddî bir çehre ile yaralıya su verilemiyeceğini söyledi. Kaymakam:
— Oğlum, benim yaram senin bildiğin yaralardan değil dedi, ve aradaki farkı anlatmak için daha birçok izahat verdi.
Fakat Hurşit şimdiye kadar öğrendiği tek sıhhat kaidesinin yanlış olmasına tahammül edemiyor, başını inatla bir yandan bir yana çevirerek:
— Edemen bey... Seni bana ısmarlayıp gittiler, başımdan korkarım, diyordu.
Jandarma buna mukabil az sabrederse ona sıcak bir çay vereceğini vadetti.
Kaymakamı bekliyenler Hurşide çay kaynattırmışlar, hattâ köşedeki bakkalı açtırarak öteberi getirtip yemişlerdi. Kuyunun yanındaki masanın üstü ekmek kırıkları, marul kabuklan ile dolu idi.
Jandarma öteden beriden çalı çırpı toplıyarak ibriği kaynat-mıya uğraşırken Halil Hilmi Efendi tekrar yalvardı:
— Kuzum evlâdım., pek kaynamasını beklemeden çayı at. Yahut sıcak sudan birkaç yudum ver., dilim damağıma yapıştı.
Hurşit yine dayandı. Su kaynamış da olsa yine su idi; çay katılmadan verilemezdi.
Bu kadar kuvvetli bir imana karşı rica gibi hiddet ve tehdidin de bir tesiri olamıyacağmı anlıyan kaymakam artık sesini çıkarmadı.
Ateşi son bir kere harlatmak için yine odun tedarikine çıkan Hurşit portatifin ayaklarından birine bağlı bir ip parçasını karanlıkta değnek sanarak birdenbire çekmişti. Karyola hızla sarsılınca kaymakam «ay..» diye bağırdı ve bir hareket yaptı. Fakat gariptir ki, vücudunun hemen her tarafı oynadığı halde hiç bir şey duymamıştı. Adamcağız bundan aldığı cesaretle kollarını, bacaklarını hareket ettirdi, vücudunu hafifçe sağa, sola çevirdi; sonra bağlı olmıyan kolunu battaniyenin içinde oradan oraya dolaştırarak dizlerini, diz kapaklarını, belini ve vücudunun bütün oynak yerlerini muayeneden geçirdi; kaburga kemiklerine birer birer vurdu, bastı. Daha sonra elini dışarı çıkararak sargıların üstünden kafatasmı, alnını, çenesini yokladı. Çok şükür her şey yerli yerinde idi. Gerçi bazı azalarında ve en ziyade dirseğinde, diz kapağında ve kuyruk sokumunda ufak tefek ağrılar, sızılar duymuştu. Fakat bunların hiç biri merak edilecek gibi değildi.
Nihayet Bulgar kızının o geceki hareketlerini tekrar eder gibi yattığı yerde omuzlarını, sırtını, göğsünü ve kalçalarını kımıldatarak vücudunu» hareket halinde, bir umumî provadan geçirdikten sonra yüreği büsbütün rahat etti. Artık yatağında doğrulmaktan korkmayarak çayını içerken Jandarmayı ikinci bir istintaktan geçiriyor ve epeyce şeyler öğreniyordu.
Hemen bütün sıkı zamanlarda olduğu gibi doktor bu gece de gözlüğünü kaybetmişti. Bir yandan yaralılar muayene ve tedavi edilirken, bir yandan da fenerlerle doktorun gözlüğü aranıyor, akşamdanberi uğradığı yerlere - eve, kahveye, eczaneye -adamlar koşturuluyordu.