Ohanesin gözlüğü kendisine uymadığı için doktor dehşetli kızıyor: «Be herif, senin de hiçbir şeyin hiçbir şeye benzemez» diye eczacıyı durmadan haşlıyormuş.
Jandarmanın bu izahatı, tedavi sahnesini aşağı yukarı olduğu gibi kaymakamın gözü önünde canlandırdı. Sokak ortasında Hurşidin tuttuğu fenerin ışığında, Ohanesin gözlüğü ile yapılan bu muayenede doktor nerede bir çizik, kana benzer bir şey gördü ise tentürdiyotu boca etmiş, hepsinin üstünü pamuklarla örterek sımsıkı sarmıştı.
Kaymakam, kenarına basar basmaz bir zemberek haline gelen hamur tahtasından havaya fırlayışını, önündekilerin üstünden aşarak trabzan babasına sarılışmdaki dehşeti bir kere daha gördü; «Beni doktordan sen korudun yarabbi!» diye mırıldandı.
Çayı içtikten ve hayatı için bir tehlike olmadığını anladıktan sonra kaymakam memleketi düşündü ve yüreğinin başı acı acı yandı.
— Söyle Hurşit, kasaba ne halde? Çok yaralı var mı?
— İyi şükür... Eh olmalı bir sekiz, on, on beş tane...
— Ölen?
Hurşit bütün gece kendisile meşgul olduğu için fazla bit şey bilmiyordu.
Zaten, onun bahsettiği (sekiz, on, on beş) yaralının hemen hepsi Ömer Beyin evindeki merdiven kazasında, iskambil kâğıdı gibi üstüste kapanarak ötesinden berisinden sakatlananlardı. Bunlardan birazı yaralarını «Çinili medrese» avlusunda sardırarak yerlerine gitmişlerdi. Gidemiyecek gibi olanlar medresede yatıyorlardı.
— Memlekette çok yıkıntı var mı acaba?
Hurşit bunu da bilemiyordu. Gelip geçenlerden ötede beride «az bir zarar» olduğunu işitmişti.
Daha garibi Hurşidin asıl zelzeleden de doğrudan doğruya haberi yoktu. Kendisi onu sonradan konu komşudan öğrenmişti. Sebebine gelince, Hurşidin adam olmaz bir kayınbiraderi vardı. Ayni zamanda da işgüzar olduğu için bir, iki, üç ay bir yerde çalışıp sekiz, on, on beş mecidiye yaptı mı Sancağa kaçar; üç, dört, beş hafta da vur patlasın, çal oynasın bu paraların hepsini erittikten sonra Hurşidin başına ekşirdi.
Kayınbirader o gece domuz gibi içtikten sonra eve gelmiş, ablasile maraza çıkarmıştı. Böyle olunca Hurşidin de serseriye «az bir terbiye» vermesi vacip olmuştu.
Onun zelzeleyi sonradan komşulardan haber almış olmasına göre bu az terbiyenin oldukça ehemmiyetli bir dayak olduğu anlaşılıyordu. Yine bu yüzden Hurşit evdeki ufak tefek bazı sakatlıkları zelzeleye mi, yoksa terbiyeye mi yüklemek lâzım geleceğini bir türlü kestiremiyordu.
Hurşit Halil Hilmi Efendiye memleket hakkında fazla bir şey öğretememiş olmasına karşılık hükümet konağının hali hakkında epeyce tafsilât verdi: Yukarı sofanın tavam olduğu gibi göçmüş; makam odasının önü moloz yığınlarından geçilmez hale gelmişti. Kaymakam buna hayret etmedi; hattâ içinden bir parça da memnun oldu. Dam artık tamir tutmaz hale geldiği için yıllardanberi sızan yağmur ve kar suları tavanı çamur rengi titrek damarlarla her tarafından işlemiş- yer yer kabarmış, kıta ve dağları, çökmüş nehir ve denizler ile bi raca-yip dünya haritasına benzemişti. Bu dünyada da zaman zaman
(bu geceki zelzele gibi Tanrıdan gayri kimseye malûm olmıyan sebeplerle) bazı âfetler olur; denizlerin ortasından kıtalar fırladığı, saman çöpleri ucunda yalçın ada parçaları- sallandığı görülürdü.
Hurşit birkaç günde bir (iki yıl önce İstanbuldan gönderilmiş bir yangıncı miğferi numunesini başına geçirerek) uzun bir sırıkla bu parçaları yere indirir; kopmak istidadı gösteren daha başka kabartıları muayene ederdi. Böyleyken iki hafta evvel kaymakamın huzuruna girmek için sofada sıra bekliyen bir kocakarının kafasına bir kerpiç düşmüş, bir kaza çıkarmasına bıçak sırtı kalmıştı. O zamandanberi kalabalıkça zamanlarda ve hele köylülerin toplu olarak Çarşamba pazarına indikleri gün Hurşit makam kapısının siperine bir sandalye atarak elindeki değnekle karşıdan halka, geçecekleri yolları işaret ediyor, bazılarının «adam gibi yürümek varken yaban domuzu gibi seğirtip» tavanı sarsmalarını önlüyordu.
Halil Hilmi Efendi, Hurşidi dinlerken düşünüyordu: «Hadi bakalım hayırlısı. Bu olmasaydı tamir tahsisatını daha kim bilir kaç yıl bekliyecektik?»
O esnada kaymakamın aklından daha başka birşey de geçti:
Ömer Beyin evinde Bulgar kızını seyire gitmemiş olaydı zelzele zamanında hükümetteki odasında yatmış bulunacak, belki de - belki değil muhakkak - ölümden kaçtığını sanarak kendi ayaklarile sofaya koşacaktı. Şimdi bu saatte - ötesi berisi biraz berelenmiş de olsa - yattığı yerden bu güzel sabahı seyredeceği yerde, yukardaki molozların altında upuzun yahut yamyassı yatıyor olmaması sırf bir talih ve tesadüf mesele-siydi.
III. Kaymakam ve karısı
Kaymakam açık havadan çok korkardı. En bunaltıcı yaz gecelerinde bile pencereleri kapamadan, başına takkesini geçirmeden, pazen entarisinin beline yün kuşağını sarmadan ya¬tağa girmez, bunlardan birini ihmal ederse günlerce öksürüp aksırırdı.
Bu huy ona rutubet, sıtma, sivrisinek vesaireli kasabalarda geçmiş yirmi beş yıllık memuriyet hayatının bir yadigârı idi. Sonra karısının yirmi seneye yakın bir zamandanberi hasta olmasının da bunda çok tesiri vardı.
Fakat gariptir ki, geceyi âdeta sokak ortasında geçirdiği, üstelik yaraları sarılırken bir müddet de çıplak kaldığı halde hiç bir rahatsızlık duymuyor, bilâkis vücudunda garip bir canlanma ve tazelenme alâmeti hissediyordu.
Kasaba hâlâ uykuda idi; sokaklarda in cin yoktu. Ortalık