kıyamete kadar beklemek lâzım* gelirdi. Her mafevk kendi madununa karşı böyle hareket edebilseydi zaten dünyada mesele mi kalırdı? Ne care ki, meşrutiyet inkılâbını yapanlar Babıâlinin yumuşak koltuklarında gevşemişlerdi. En sade hakikati anlamıyorlardı Galiba anlamak için de, Sakallı Mehmet paşa gibi, halka kendilerini astırmayı bekliyeceklerdi.

Gerçi kendisi de kaymakamın nenin nesi olduğunu şimdiye kadar öğrenememişti. Fakat mutasarrıfın Ebcet gibi ne ölüye, ne diriye hayın olmıyan kokmaz, bulaşmaz bir Babıâli efendisi olduğunu 'söyliye söyliye dilinde tüy bitmişti. Ancak kulak asan kim? ,

Vali Sarıpinar rezaletinde, evvelce Babıâliye yazdığı tezkereleri teyit edecek bir delil ve misal bulduğuna âdeta seviniyor, raporu, hakkında henüz bir şey düşünmediği halde satırlar arasına sıkıştıracağı iğneleri şimdiden hazırlıyordu. Ama vilâyetin en büyük âmiri olarak bu idaresizlikten kendine de bir pay ayıracaklarmış. Ne çıkar?

* * *

Vali ertesi sabah arkasında yine büyücek bir kalabalıkla, kasabanın çarşısını ve birkaç mahallesini dolaştı. «Merhaba arkadaş. Nasılsın bakalım?» diye dükkânlara dalıyor, esnaftan utanıp sıkılanlara; «ne oluyoruz yahu? Vali adam yemez ya... Ben senin hizmetine bakmıya, dertlerine çare aramıya memur bir adamım. Kahveni içmiye vaktim yok. Ver bakalım bir sigara. Bir tane de kendin yak da dertleşelim. Ha şöyle, şimdi söyle bakalım. Çekinme konuş» gibi sözlerle gönlünü alıyordu. Fakat hemen hemen ayni zamanda bir, tavanda sarkan bir sinek kâğıdına, bir kavanozun üstündeki tozlara, daha olmazsa dükkâncının sakal veya tırnaklarının uzunluğuna gözü ilişerek bağırıp çağırmiya başlıyordu.

Vali bu teftişinde nedense kancayı en ziyade Halil Hilmi Efendiye takmıştı. Her yeni davaya kaymakam da dükkâncı ile beraber sokularak sorguya çekiliyordu:

— Bu ne kaymakam., sinek kâğıdı mı? Hadi canım... Buna sinek salkımı derler. Kâğıdını nereden gördün? Yahu kaymakam, her sineğin yarım milyon mikrop demek olduğunu bu cahil herif bilmiyor ama, sen de mi bilmiyorsun? Ne olurdu ara-sjra şuraları şöyle bir dolaşıvereydin... Biraz yorulurdun ama,

111 ölmezdin herhalde...

Bununla beraber mutasarrıf Halil Hilmi Bey ve belediye reisi de arasıra bu tenkitlerden pay almıyor değillerdi. Fakat valinin onlara ve hele Hâmit Beye söylediği şeyler daha tatlı ve ölçülü idi:

— Kasabada işlerin bu derece Allaha kaldığım tasavvur etseydi mutasarrıf bey mutlaka büyük bir rahatsızlığı göze alarak, buralara kadar zahmet ederlerdi. Fakat nereden akla gelir?

Çarşının temizliği bahsinde kendinin de akla gelmesinden korkarak kalabalığı biraz uzaktan takip eden doktor Arif Bey bir aralık Halil Hilmi Efendiye yaklaştı, endişeli bir çehre ile:

— Renginizi bozukça görüyorum kaymakam bey, dedi. Kaymakam, inanılmaz bir sükûnetle gülümsedi:

— Ölmüş eşeğin kurttan korkusu olmaz doktor. Benim için milyonda bir ümit kalmadı.

Doktor da ayni fikirde olduğu için nafile bir teselliyi lüzumsuz buldu ve sadece ölecek hastalarına söylemek âdetinde olduğu bir cümleyi tekrar etti:

— Allaha amanet kaymakam bey, Allaha amanet. Hükümet konağı gezilirken vali hükmünü hemen hemen açıkça tebliğ etti;

— Bu mezbele içinde senelerce nasıl oturdun kaymakam?... Cin çarpmasından korkmadm mı? Fakat çarpar azizim çarpar. Mezbelede oturmaktan korkmıyan, vakti saati gelince, cin mutlaka çarpar onu... O zaman Halil Hilmi Efendi:

— Onda şüphe yok vali beyefendi hazretleri, dedi. Bir kanlı kelle atılmadan bu meselenin kapanmıyacağmı ben de anladım. Siz sağ olun!

Vali hayretle kaymakamın yüzüne baktı. Halil Hilmi Efendinin hayreti onunkinden aşağı değildi. Kendi sesini işitmemiş olsaydı bu sözün kendi ağzından çıktığına kendi de inan-mıyacaktı. Yıkık tavanının ötesinden berisinden gökyüzü görünen sofada yalnızdılar. Böyle olmasaydı valinin mukabelesi muhakkak başka türlü olacaktı. Fakat yalnız ve şahitsiz ola¬rak bu gözgöze bakış!

* * *

Heyet öğleye doğru belediyeye gelmiş, reisin masası etrafında bir halka teşkil etmişti. Makam koltuğuna oturan valinin mutasarrıfı sağma, kaymakamı soluna almasından ve geride kalmış bazı belli başlı adamları daha yakınındaki sandalyelere çağırarak buralara oturmuş olanları otomatik olarak, daha aşağılara sürmesinden bir divan kurulduğu anlaşılıyordu. Bunun farkında olmıyarak kapıdan kahve mi, yoksa buzlu limonata nn muvafık olacağını soran belediye reisine:

— Bırak onu da otur şuraya, dedi. Konuşacağız. Kısa, fakat ağır bir sükût...

— Bu ne iş arkadaşlar... Kasabanızda zelzele aradık; öyle bir şeye raslıyamadık. Pislik, sinek, sıtma hepsi yolunda. Fakat zelzeleden eser göremedim ben kendi hesabıma... Elimizde dünya kadar para birikti, daha da geleceğinden başka... Halbuki, halbuki...

Gözleri usulca yerinden kalkarak kapıda birile konuşan belediye reisine takılmıştı. Birdenbire öfkelendi ve gürledi:

— Reis bey, bu ne iş... Burada konuşanın kim olduğunu farketmiyor musun?

Reşit Bey kekeliyerek:

— Af buyurun, dedi, bir müstacel telgraf., zatı devletinize... Elindeki kırmızı telgrafı, mazeretinin büyüklüğünü anlatmak ister gibi, havaya kaldırıyordu.

— Canım biraz bekliyemez miydi? Maamafih ver...

Vali telgrafı açtı, okudu, tekrar okudu. Sonra pencereden sokağa bakmıya başladı, Kaşını, gözünü oynatıyor, çehresine söylemiye mecbur olduğu sözlere uygun bir ifade vermiye çalışıyordu.

Nihayet ellerini masaya dayıyarak ağır ağır ayağa kalktı:

— Muhterem arkadaşlar... Telgraf mabeyni hümâyûndan, S'arıpmar zelzelesi teessürü şahaneyi mucip olmuş. Harei-ketzedegânm tehvini ıztırabma medar olmak üzere ihsanı şahane irade buyurmuşlar... Ayrıca selâm ve taziyeti şahanelerinin tebliğine beni memur buyuruyorlar. Ayağa kalkın. Telgrafı r okuyorum.

Вы читаете Değirmen
Добавить отзыв
ВСЕ ОТЗЫВЫ О КНИГЕ В ИЗБРАННОЕ

0

Вы можете отметить интересные вам фрагменты текста, которые будут доступны по уникальной ссылке в адресной строке браузера.

Отметить Добавить цитату