Mutasarrıf kapalı bir çehre ile: «haydi Allaha emanet ol, üzülme. Ne yapalım, vazife. Ne olacaksa olacağız. Mamafih sağ salim dönerim yine inşallah» dedi.
Belediye hududunun sonunda bir dere, bir de taş köprü vardı
Hâmit Bey, dört jsenedenberi birçok defalar bu( köprü başına kadar gelmiş, ağır bir zeytin ormanına tırmanarak kaybolan karşı yol hakkında şairane hayallere dalmış; fakat pasaportsuz ayak basılamıyan bir yabancı devlet toprağı önünde bulunuyormuş gibi, bir türlü öte kıyıya geçememişti. Yavaş yavaş- ağaran sabah içinde bu meraklarım halletmek imkânına nihayet kavuşmuştu. Fakat Tanrı nasip etmezse kul ne yapar? Mutasarrıfın üç gündür en kuvvetli uyku ilâçlarına karşı koyan başı, köprüyü geçtikten biraz sonra yanındaki belediye doktoru Nikolaki Efendinin omuzuna düşüyor ve adamcağız gittikçe bozulan yolun dayanılmaz sarsıntıları içinde beşikte bir süt çocuğu gibi mışıl mışıl uyuyor. Yardım heyetinin iki ara yatı ile üç günde gittiği Sarıpı-nara, onlar tahminleri gibi ikindiyin değil, ancak akşam ezanı okunurken varıyorlar.
Yol üstündeki iki nahiye merkezinde verdikleri molalar, her birinde onardan, nihayet yirmi dakikadır. Hâmit Bey arabada yalnız sarsılmakla kalmamış, rüzgâr ve sıcağın türlü cilvelerine de uğramıştı. Nalân kalfanın elile sepete yerleştirdiği Fosfatin tenceresi devrildiği için öğle yemeğinde çaresiz Nikolaki beyin köftelerile karnını doyurmuştur. Sonra uğradığı iki nahiyede birçok abur cubur yemeğe mecbur edilmiştir. Nihayet misafir edildiği 'evde (bunun Sarı. pınar belediye reisi Reşit Beyin evinden başka neresi1 olabileceği akla gelir) bir ziyafet sofrasına reislik etmiştir ve orada da birçok ağır şeyler yemlek zorunda kalmıştır..
Mutasarrıf bu kadar maceradan sonra odasına götürüldüğü zaman doktoruna: «Kuzum Nikolaki Bey, ben bu gece muhakkak öleceğim. Kulağın kirişte olsun. Beni bırakma» diye yalvarıyor, fakat gariptir ki, Hâmit Bey hiç bir rahatsızlık duymuyor ve buna hayret ediycir.
Daha garibi karısına ait evhamları da birdenbire sona ermiştir. Öyle ki, hastayı daima iki kişinin gizlice göz altında bulundurmasını emretmiş olmasına rağmen, bu saatte onun yine bir yolunu bulup kendini öldürmüş olduğunu haber alsa fazla bir teessür duymıyacak gibi bir şey.
— Allah Allah, diye düşünüyor, yoksa ben Mahmureyi sandığım kadar sevmiyor muyum? Sevmemek mümkün mü? Otuz beş yıl bir yastığa baş koyduk. Fakat bu saatte bana öyle geliyor ki, şimdiye kadar onun ölmesinden ziyade bu çirkin ölümü birdenbire haber alarak korkmaktan korktum.
XXI. Âblarla dolaplar
Halil Hilmi Efendi mutasarrıfın yolda olduğunu doktor Arif Beyden öğrendiği zaman ellerini kulaklarına götürerek makam ile:
«Buyurun cenaze namazına», diye bağırmıştı.
İlk korkusu Sarıpmardan başka bir yere atılmaktı. Halbuki şimdi onu öpüp başına koyuyordu. Tekaütlüğüne kalan altı sene dört ay on küsur günü doldurmak için memleketin en ücra kazasına oynaya oynaya giderdi. Fakat azledileceği ve yıllarca süründürüleceği artık kör kör, parmağım gözünde idi.
Biçare adamın pir aşkına başkalarının narına yandığı zamanlar için bir tekerlemesi vardı:
«Evriliküm, çevriliküm, ga-farip Halil Hilminin başma devriliküm» derdi. Şimdi de doktor Arif Beye ayni şeyi tekrar ediyor, onun tesellilerine kulak asmıyordu.
— Hâsılı tatlı canını sıkıntıya sokma doktorcuğum. Allah razı olsun; sağ ol, var ol, beni düşünüyorsun. Fakat ben kara kara yandım. Rezaleti bir gözünün önüne getir. Bütün dünya Sanpınarı yandı biliyor. Fakat Sarıpınar burnu bile kanama-mış, turp gibi ayakta... İstanbul gazetelerini görüyorsun. Sade bunlar kâfi. Üstelik bana «gazeteleri susturan mürteci» diyorlar.
Ortada henüz isim yok ama, belli ki, beni kastediyorlar. Bereket versin ki, darağacı modası tavsadı. Kasabada hacısı, hocası biribirine bütün olup bitenlerin mes'uliyetini, döndürüp dolaştırıp benim sırtıma yüklüyorlar. O yardım heyeti de üstüne tüy dikti. Teresler günlerce yediler, içtiler, keyif çattılar. Şimdi de «bizi buraya neye çağırdılar» diye bağırıyorlar.
«birbirine girdiler dolaplarla âblar «Âblar galip gelince döndüler dolaplar»
Evet, âblarla dolaplar bu kadar birfibirine girince elbet bir kırılıp dökülme olacak ve kabak tabiatile Halil Hilminin sahipsiz kafasına patlıyacak. Mutasarrıfın Eşref oğlanı neye gönderdiği malûm. Öteki rezaletleri de duyunca... Herif buraya babasının hayırma mı geliyor? O çoktan bunu tasarladı. Eşrefe; «sen evvelâ git, lâzım gelen hazırlıkları yap, ben de arkadan gelirim. Herifi sepetleriz» dedi. Allah bilir belki azlim bile mutasarrıfın cebindedir. Üstün körü bir soruşturma yapacak. «Kim bu rezalete sebep?» - Halil Hilmi Efendi tabiî - haydi arkadaş bahtın açık olsun... Sen sağ ben selâmet. Üzülme doktor. Bak, ben üzülüyor muyum?
Dediği kadar olmamakla beraber Halil Hilmi Efendi hakikaten pek üzülüyor sayılmazdı. Başına geleceği artık kat'î olarak anlamıştı. Hattâ bir aralık beyhude tezellülü bırakmayı; yıllardanberi durup dinlenmez bir sağanağa karşı, altında daima başını eğerek yaşadığı bu kapıdan, gurur ile kollarını sal- lıyarak çıkıp gitmeyi düşünmüştü. Fakat ne çare kfi, bugün artık böyle bir hareketin bile tadını duyamıyacak kadar bezgin ve yorgundu.
Mutasarrıfın geleceğini öğrendiği zaman ilk işi Hurşide bir hamal çağırtarak Hükümet konağındaki 'ufak tefek eşyasını evine taşımak oldu.
Doktora:
«İlin kâşanesinden kendi viran hanemiz yeğdir» diyordu, neme lâzım... Yarın kovulduktan sonra halkın gözü önünde çıkmaktansa şimdi giderim daha iyi.
Fakat sebep sade bu değildi. Mutasarrıfın kendisini hükümet