konağında oturuyor görünce kızmasından da korkmuştu. Gerçi Eşref yahut başka kara ağızlıların bunu. çoktan yetiştirmiş olduklarına şüphe yoktu. Fakat kendi gözile görmesi elbet başka idi.
Mutasarrıfı kasaba dışında karşılamak töreninde ve belediye reisinin evindeki akşam yemeğinde Halil Hilmi Efendinin de yeri ve sırası vardı. Fakat o misafirin sağ yanında kendine verilmek istenen sandalyeyi ısrarla reddetti. Mühür Eşrefte bulunduğu için bugünün Süleymanı rda o olmak lâzım gelirdi. Kendisinin şimdilik hiç bir resmî sıfatı yoktu. İki arada tekaüt gibi, yaşma hürmeten efendilerinin sofrasına alman emektar lâlâ gibi bir şeydi. Sonra selâmetin daima kenarda olduğunu da unutmamak lâzımdı. Nasıl olsa çarpışacağı, daha doğrusu hücumlarına karşı kendini korumıya mecbur olacağı bir adamın mizaç ve meşrebine evvelâ karşıdan alışmak elbette daha ihtiyatlı olurdu.
O akşam kekeme yardım reisinden Ömer Beye» muallim Ahmet Masuma ve eczacı Ohenese kadar kasabanın bütün belli başlı çehreleri sofrada idi. Şimdilik her şey sükûn içinde geçiyordu. Halil Hilmi Efendiye göre güvenilmemesi lâzım ge- 8ı
len korkunç bir kasırga öncesi sükûnu. Yarın sabahtan tezi yok, dolaplar ile âblar tekrar birbirine girince sen seyreyle gümbürtüyü. O zaman bu akıllı uslu insanların şimdi rica ve niyazlarla birbirlerine ikram ettikleri tavuk butları ve hamur tatlılarını nasıl fitil fitil birbirlerinin burunlarından getireceklerini Halil Hilmi Efendi tecrübeleri ile biliyordu.
Mahcupluk ve şaşkınlık Hâmit Beyi hikmeti hüikûmetlerle dolu ağır bir Babıâli ricali sükûtuna daldırmıştı. Mutasarrıf bunun etrafa da sirayet ederek bunaltıcı bir hava meydana getirdiğini farkediyor ve bir şeyler söyliyerek ortalığı bir parça canlandırmak istiyordu. Çocukluğunun büyük kısmını Karagöz oynatmakla geçirmiş bir eski İstanbul paşazadesi olarak bunu becerebilirdi de. Fakat zaten ince olan sesinin bu kalabalık mecliste büsbütün cılızlaşarak otoriteyi bozmasından korkuyor ve yalnız arasına gülümsemeMe iktifa ediyordu. Mutasarrıfa kargı bir hürmetsizlik sayılmasından korkulduğu için kendi aralarında konuşanlar da yok gibiydi. Yalnız tuzu Jcuru olan Ömer Bey gülerek yanındakilere bir şeyler anlatıyor, fakat başka bir şey akla gelmemesi için arasıra uzaktakilere de yüksek sesle izahat veriyordu.
Bu sükûtun bir fenalığı, yemeğin sonuna doğru mühendis Kâzımın çenesini açtırmak oldu. Delinin münasebetsiz bir şeyler yumurtlaması pek mümkündü. Hele o sofranın alt başındaki köşesinde, sindiği delikten kedilerin oyununu seyreden ihtiyar bir fareye benzemiş olan Halil Hilmi Efendiden bahse başlayınca korku büsbütün arttı. Bereket versin ev sahibi ve misafirler, birbirile anlaşmışlar gibi, hep bir ağızdan gürültü edip gülmiye başladılar, daha sonra da eski rüştiye muallim evveli Hayrullah Efendiye uzun uzadıya horoz, köpek ve çakal taklitleri yaptırarak tehlikeyi büsbütün savuşturdular.
Halil Hilmi Efendi lodosta deniz tutmasından korkanlar gibi köşesinde kımıldanmadan oturduğu halde zihni durmadan işliyor ve faraziyeler yapıyordu. îlk karşılaştıkları zaman mutasarrıf neden onu tanımıyor gibi görünmüştü? Halbuki iki sene evvel merkefedie görüşmüşlerdi. Bir mutasarrıf, filen vazL fe başında bulunmasa da, kaymakamının' en dip köşede otun.
masını nasıl ve hele neden hoş görebilirdi? Bir kaza geçirdiğini bildiği halde yarım ağızla olsun, hatırını sormamış bulunması manalı değil miydi? Gerçi o yanında oturan Eşrefin de farkında görünmüyordu, fakat bunun münası büsbütün başka idi. Sonra mutasarrıfın ikide birde gözlüğünü düzelterek uzun uzun kendisine bakması da iyi alâmet olmamalıydı.
Biçare Halil Hilmi Efendi, Hamit Beyin gözlüğünü düzelterek baktığı şeyin kendisi değil, arkasında asılı büyük asma saatin bir türlü yürümek bilmiyen yelkovanı olduğunu ve bu saatte bütün düşüncelerinin zorla ikram edilen yemeklerden mümkün olduğu kadar az yemek ile valiye çekilecek telgraf ara. sındavgidip geldiğini anlamıyor; katı gömleğinin bir cellât lâlesi gibi boynunu sıkan lâstik yakası içinde buram buram ter döküyordu.
XXII.
Halil Hilmi Efendi, bir noktayı çok iyi görmüştü. Ortadaki bütün yolsuzluklarınv hesabını sormak için kendinden başka kimsenin bulunmaması. Nasıl ki, neticede meseleyi kapatmak için vurulması lâzım gelecek belin yine kendi beli olacağı tahmini de ayni derecede doğru idi.
Arabada olduğu gibi Reşit Beyin güveylik karyolasındaki ipekler ve sırmalar arasında da yine deliksiz ve rüyasız bir hamal uykusu uyuyan mutasarrıf sabahleyin iyi kalktı ve bir çocuk sevincile:
— Nikolaki Bey. bu ne iş, dedi. Yediğim bunca müzehre-fat nereye gitti!
Doktor başını sallıyarak cevap verdi:
— Keyfinize bakın beyefendi. Sofada hazırlanan kahvaltıyı da yerseniz daha iyi olur.
Hâmit Bey belediye reisini yanına alarak öğleye kadar kasabayı dolaştı; sonra ikindiye kadar da belediyede birçok ziyaretler kabul etti.
Akşam yemeği Ömer Beyin evinde yenecekti. Mutasarrıf evvelâ kabul etmek istememişti. Fakat
Nikolaki Beyin mııta-
olanlar onu araya koy
sarrıf üzerindeki nüfuzunu anlamış dular.
Doktor, Hâmli t Beye: — Buraların âdetleri tuhaftır beyefendi, dedi. Ömer Bey Sarıpmarda ikinci geliyor. Siz Ömer Beyin yemeğini yemezse-niz sonra o belediye reisi Reşit Beyin başını yer. Biz büe sancakta acısını çekeriz bunun.
Halil Hilmi Efendi, mutasarrıfın Ömer Beyin evine gideceğini haber alınca tekrar saçını, başını yolmıya başladı:
— Bu sefer hakikaten «buyurun cenaız© namazıma...» Vay sarhoş edepsiz vay. İşte bu aklıma gelmezdi. Kasabada topu topu sekiz, on yaralı var. Mutasarrıfa, ben başta olduğum halde hepsinin burada yaralandığını söyleyince