sıkılmıştı. Zaten onun gözü bir yolunu bulup hariciyeye atlamaktaydı. Gerçi memlekete büyük hizmetti ama, onu böyle yerlere bağlasalar duramazdı.
Kim olduğunu, öğrendiği vakit Eşrefi son derece çirkin görmüş olan Halil Hilmi Efendi yavaş yavaş onu zeki ve sevimli bulmıya başlıyor, başka zamanlarda gözü yabancı memleketlerde olanlara kızdığı halde bugün onu canü gönülden tasdik ediyordu. Hariciyeye geçmek istemekte elbette haklı idi. Tahsili olan ve lisan bilen bir genç ne diye böyle yerlerde ömür çürütecekti?
Eşref, Halil Hilmi Efendi gibi tecrübeli ve kemalli bir insanın kendisile ayni fikirde olduğuna pek sevindi. Yalnız elindeki emri ne yapacaktı? Burada bir gün bile kalmak istememesine |ve asıl vazife sahibinin bu saatte kendisinden daha genç ve emirdi. Vekâlet ermiye dinç olarak ayakta bulun vazifesine başlamamıya, â ' dönmiye hakkı var mıydı? öyle
Geçici bir ümitten sonra ayakları tekrar su lıyan Halil Hilmi Efendi hafifçe içini çekti ve;
— Galiba yok dedi, galiba değil, muhakkak yok.
Başka ne söyliyebüirdi? Herif elindeki kâğıt sayesinde bugüne bugün bu makamın sahibiydi. İstese, başkasını değil, kapıda bekliyen Hurşidi çağırıp Halil Hilmi Efendiyi sokağa at- tırabilirdi.
Evet Halil Hilmi Efendi için önündeki küçük kâğıt parçası karşısında söylenecek başka hiç bir şey yoktu. Fakat ne olduğunu bilmediği halde söylemek ihtiyacım duyduğu bir şeyin yüreğini somun şişirdiğini duyuyor; bazan makam odası kapısında en şiddetli ceza tehditlerini hiçe sayarak bağıranlara hak veriyordu.
Halil Hilmi Efendi Eşrefi bir bahane Ue odada bırakarak yukarı çıktı. Enkaz üe dolu sofayı geçti; artık kendisinin ol-mıyan makam odasına girdi. Nihayet yalnızdı. Öğüren bir adam gibi ellerile kaburga kemiklerine basıp iki kat olarak, ağzını alabildiğine açarak bağırma taklidi yapıyor, ne aşağıdan, ne de dışarıdan duyulmıyacak bir sesle: «Yaktılar beni hainler, yaktılar» diyordu.
Yakan hainler kim? Nereden bilsin o? İstanbul gazetelerine telgraf gönderen gazeteci; mutasarrıfa telgraf gönderen jandarma kumandanı; kendisi için ağır yaralı diyen doktor; gün-^lerdenberi kafasını şaşırtarak ciddî bir teşebbüste bulunmasına engel olanlar; bir suikast hazırlıyan mutasarrıf, mutasarrıfa âlet olan vali; hülâsa uzun zulüm ve suikast zinciri ki ucu duvardaki çarpık ve tozlu çerçevesi içinden kalkık kaşlarının, büyük gözlerinin ebedî hayretile bakan padişaha kadar gidiyor.
— Yaktılar beni hainler!..
Kaymakam bu cümleyi kırk elli defa tekrar ettikten sonra
bir parça ferahladığmı hissetti ve tekrar sofanın kireçlerine basarak aşağı indi.
Şimdilik Eşrefle konuşacak bir şeyleri kalmamış gibiydi. Islık çalarak ve pencerenin kenarında parmakları ile tempo tutarak sokağı seyreden delikanlı ona bir ahtapot gibi görünüyordu. Bir kere yapıştığı bu makamı bir daha zor bırakacak korkunç bir ahtapot.
Bu saatte Halil Hilmi Efendinin aklına, tek çare olarak, şu geldi: Mutasarrıfa acele bir telgraf çekerek kaymakam vekilinin geldiğini bildirmek, ancak kendisinin de ifayii hizmete mâni hiç bir ârızai sıhhiyesi kalmadığı cihetle tekrar vazifeye başlamasına müsaade dilemek.,
Artık makam koltuğuna oturmıya kendisinde hak görmediğinden bir sandalye alarak masanın yan kenarına kolunu dayadı ve telgrafını yazmıya başladı. îşin gizli kapaklı bir tarafı olmadığı için ne yaptığını Eşrefe de söylemişti.
O: — İyi ki, aklıma getirdiniz beyefendi, dedi. Bendeniz de bir telgrafla vazifeye başladığımı bildirmeliyim. Bir kâğıtçık lütfeder misiniz?
Kaymakam birkaç kâğıt uzattı, Eşref bunlardan yalnız birini alarak birkaç kelime yazdı; sonra kâğıdı katlıyarak rüzgârla uçmaması için, hokkanın altına soktu.
Halil Hilmi Efendi az kalsın boş bulunarak «vaz mı geçtiniz?» diye soracaktı. Bir resmî tahriratın bir kaç müsvedde yapılmadan, kâğıtta kurşun kalem ucu sivriltir gibi, bir dakika karalanılıp atıldığını ilk defa görüyordu. Hakikaten keskin adamlardı bu yeniler!
Halil Hilmi Efendi kendi telgrafı üzerinde biraz daha düşünmek isterdi. Sonradan akla gelecek daha münasip bir tâbir veya fikri nbu nazik meselede çok ehemmiyeti olabilirdi. Fakat Eşreften geri kalmayı doğru bulmadığı için acele acele müsveddesini temize çekti ve mühürledi.
Bu mühür de bir ayrı mesele idi. Vekilin resmen vazifeye başlamış olmasına göre kendinin mühür basmıya hakkı kalıyor muydu? Hattâ emri tebellüğ ettiği dakikada mühürü halefine teslim etmiş olması icap edeceğine göre, bunu yapmasına 65
maddeten imkân olmamak lâzım gelirdi. Halbuki o zaman da telgrafa para isterlerdi. Hattâ telgraf müdürü okur yazar bir adam oka bunu şimdi de mesele yapabilirdi. Bir makamın iki meşru sahibi olamıyacağına göre mühür kullanmak hakkı ya onun, ya ötekinindir. Ah bu idare işi ne ucu bucağı olmıyan bir derya idi.
Telgraflar gideceği zaman Halil Hilmi Efendi kızara bozara Eşrefe bir şey sordu:
— Telgrafta sadece vekâlet vazifesine başladığınızı mı bildirdiniz?
— Evet.
— Bendenizin tamamile iadei afiyet ettiğimi ilâve buyurmanızda bir mahzur var mı acaba?
Delikanlı hayretle gözlerini kaldırdı:
— Hacet var mı? Zatıâliniz bunu kendi telgrafınızda yazdınız tabiî...
— Evet ama, siz de bir kere daha teyit buyurursanız... Mamafihr arzettiğim gibi bir mahzur yoksa... Şayet bunu salâhiyet harici görmeleri gibi bir şey aklınıza geliyorsa...
Adamcağızın alnında iri ter damlaları beliriyordu. Eşref güldü:
— Hayır efendim, hayır... Ne mahzur olacak. Kâğıdı