bulunmak, ev halkının çığlıkları ile uyanmak ve hastayı - gözleri ve dili fırlamış bir halde - bir çiviye asılı görmek korkusu ile uyumuya mecbur olmak güç işti. Fakat buna mukabil orada bütün bir hayatın vazgeçilemi-yen alışkanlıkları vardı. Nalan kalfanın Mekke fincanile getirdiği sabah kahvesinden onun üç günde bir kendi elile hazırladığı ihtikana kadar, hattâ kimbilir belki o günün birinde olmaz bir yerine raslıyarak ölümüne sebep olacak bardak, çanak bombardımanı korkusuna kadar.
Sonra herhangi bir yerde hapsedilmiş gibi istediği zaman oradan çikamıyacağmı bilmek de Hâmit Bey gibi sinirli bir in. san için bunaltıcı bir şeydi. Gerçi merkezdeki yatağında da saçile sakalile - ilk defa yatı mektebine giden çocuk gibi -birçok geceler ağladığını hatırlıyordu. Fakat geçen dört sene kendisini buna az çok alıştırmıştı.
Sarıpmarda artık yapacak işi kalmamış olan fakat öteye beriye çağrılarak yiyecek ikramına uğramak korkusu ile bunu saklamakta fayda gören Hâmit Bey odasına kapanıyor ve bo4-yuna Halil Hilm Efendi için gelen şikâyetleri okuyordu. Bunların en çocukça ve hattâ edebsizce olanları bile mutasarrıfı memnun etmekteydi. Ne de olsa şikâyet şikâyetti. Her yeni
kâğıt, lalasına benziyen munis ve mazlum yüzlü Halil Hilmi Efendi için duyduğu üzüntüyü bir parça daha gideriyordu:
— Bak bak, bak, bak... Hakikaten sakalının telleri sayısınca mesavisi ve idraksizliği olan bir herif... Hak etmiş efendim, hak etmiş... Hattâ fazlasını bile. Böyle adamı korumak vazifeyi suiistimal demektir.
Vakaları bir kere de şikâyet edilenin ağzından dinlemek usulden olduğu için mutasarrıf arasıra kaymakamı odasına çağırtıyordu*
Halil Hilmi Efendi her defasında hiddetleniyor, patiska entarisini çıkarıp elbiselerini giyerken yüksek sesle esip savuruyordu:
— Biliyorum be herif, yiyeceksin başımı... Ye de kurtul... Benimle artık ne alıp vereceğin kalıyor? Ölmüş eşeğin kurttan korkusu olur mu? Vallahi, billahi bu sefer artık beteleceğim.
Sokakta topallıyarak yürürken de ayni monolog devam ediyor ve çehresindeki çatkınlığı görenler yanına yaklaşmıya cesaret edemiyerek köşelerden sapıyorlardı. Fakat mutasarrıfla yüz yüze gelince! Bu konuşmalarda Hâmit Bey de vazifenin emrettiği ciddiyetten ayrılmamak ve Halil Hilmi Efendiye soğuk muamele etmek azminde idi. Fakat o da kaymakamı karşısında gördüğü zaman birdenbire değişiyordu:
— Galiba şeytan tüyü-var herifte, Allah belâsını versin.
Kaymakam mutasarrıfın gösterdiği sandalyeye - onun ısrarına rağmen - ancak sol kalçasile ilişiyor ve
o vaziyette kalıyordu. Fakat gerek topallayış, gerek bu oturuş artık siyasî değildi. Halil Hilmi Efendinin sol kalçasında, kaba etinde - herhalde sıkıntıdan olacak - bir kocaman kan çıbanı çıkmıştı. Doktor Arif Bey, biraz daha olmasını bekliyerek, bu çıbanı yar-mıya bir türlü yanaşmıyordu.
— Rahat otursanıza beyefendi. Sıkılmayın rica ederim.
— Estağfurullah efendimiz. Arzı minnet ederim efendimiz. Fakat rahatsızım, oturamıyorum.
— Vah vah... Sizi yine rahatsız ettik. Fakat zarurî. Efendim sizi maalesef yine bir parça üzeceğim.
Cümle hemen hemen muallim Ahmet Masumun cümlesi idi. Halil Hilmi Efendi, onu her işitişinde çıldıracak gibi oluyor, İstanbul bekçilerinin yangım haber veren sesile avazı çıktığı kadar «üzülmen ulaaan!» diye bağırmamak için kendini zor zaptediyordu.
— Efendim pek ehemmiyetli değil ama... Ötedenberi bazı başı boş keçiler açık buldukları kapılardan ötekinin berikinin bahçesine girerek zararlar yapıyorlarmış. Birçok defa zatıâlini-ze şikâyet edildiği halde...
Yahut: — Yolsuz makulesi birkaç delikanlının akşam üstleri kız rüştiyesi önünde dolaşarak kızlara ve genç muallimelere sankıntılık ettiği defaatle makamızma haber verilmiş olmasına rağmen vesaire., vesaire...
Kaymakamın inzibat altma alamadığı keçilerden ne zaman şikâyet edilmiştir? Akşamları kız rüştiyesi önünde dolaşmalarına mâni olamadığı yolsuz makulesi delikanlılar kimlerdir? O bunları asla bilmiyor, fakat müdafaanın nafileliğini çok iyi anladığı için yorgun bir «evet» ile hepsini toptan kabuJ ediyordu. Kimsesiz bir ihtiyar adam gücünün zaten nasıl olsa çekemiye-ceği bir yüke üç, beş keçi ile bir iki serseri eklenmesinden ne çıkardı?
Fakat bazan da kendini tutamıyarak bu «evet» e birkaç kelime ilâve ediyordu:
— Kabul etmeyip de ne yapacağım beyefendi hazretleri... îler tutar yerim kaldı mı ki, benim?
Ağır söz, yenilip yutulmaz söz! Şiddetli bir tekdir ile karşılanması vacip olan söz! Fakat tekdir demek değil de kafasına sopa ile vursan mukabelesi nihayet, birkaç ter damlasile karışık, zararsız bir sitemden ibaret kalacağı artık anlaşılmış bir âciz adama karşı değer mi? Bugün, yarın nasıl olsa canı yana- ' nacak bir biçarenin boş yere kalbini kırmak niçin?
Evet, ağır söz, yenilip yutulmaz söz... Fakat resmî hayatta, ağızla da olsa, itiraf itiraf değil midir? Halil Hilmi Efendi her şeyi üstüne alıyor, mutasarrıfın yüreğindeki baskıyı hafifletiyor. Keşke biraz bağırsa bile. Fakat ne yazık ki, bu adam, en ağır hakaretinde bile - mahzun bakışları, korkak ve edepli ta- fi tâ
vırları ile - lalalık kemiklerine işlemiş bir ihtiyar konak lalası... Kırk bu kadar sene sonra hâlâ yüzünü gördüğü, sesini, işittiği ve hasretini çektiği kendi lalası...
Kendisine bir parça açılmak kabil olsa, bu adamın, doktor Nikolaki Efendiden çok daha yumuşatıcı sözler bularak vehimlerini yatıştıracağına şüphe var mı? Bu gurbette Nalan kalfasından bile ayrı düşmüş altmışlık İstanbul çocuğu, bunu yapabilse, bütün gün yabancı bir hava ve güneş içinde uçtuktan sonra başını nihayet duvarının kovuğuna sokan bir kuş kadar sükûn duyacak. Fakat ne çare ki, yapamaz. Hattâ bir parça havadan, sudan konuşmak bile tehlikelidir. Çünkü bu konuşmanın kendilerini nereye sürükliyeceğini evvelden kestirmiye imkân yok.