Vali birkaç adım yürüdü, başkalarile üç, beş kelime konuştuktan sonra tekrar arkasına dönerek Ömer Beyi aradı:
— Bana bak., kaçayım deme Ömer Bey., sana misafir geliyorum.
XXVIII. Sanpınara gidiş
Vali, halkın «öperken ısırır» dedeği cinsten ortası olmıyan bir adamdı. Ya son derece kalender ve uysal, yahmt barut gibi sertti.
Her gün münasebette bulunduğu insanlar esasen «ne verseler ona şakir» ne küsalar ona şad» nevinden ufak adamlar oldukları için, bir keman veya piyano virtüözü süratile bir salisede, bu gamların en aşağısından en yukarısına fırlar ve karşısındakini, oynarken burnuna fiske yemiş kedi. yavrusuna çevirirdi.
Vali mutasarrıf Hâmit Beye:
— Nasılsınız beyefendi, dedi. Rahatsız olmadınız ya... Maa-mafih iyi görüyorum zatıâlinizi maşallah... Arasıra sefer vaziyeti yarar insana...
Sonra onun hem derin minnet ve şükranını, hem de 3arı-pmar havasını iyi bulduğunu anlatan dolambaçlı bir cümlesini yarıda keserek:
— Zahmet etmişsiniz buraya kadar, dedi. Zatıâliniz tekrar arabanıza binin, yorulmayın... Biz arkadaşlarla bir parça yürürüz, değil mi?
Hâmit Beyin yüzü sarardı, uzadı ve sesi hafifçe incelmiye ve dızlamıya başladı:
— Müsaade buyurursanız bendeniz de yürürüm beyefendi hazretleri
Fakat mutasarrıfın tozdan ağarmıya başlıyan rugan iskarpinleri, valinin her adımda onlardan en aşağı iki misli fazla yol yapan arşın arşm bacaklarına yetişemiyor, gittikçe geriliyerek kalabalığın en arkasında, bastonuna dayanarak, topalliyan Halil Hilmi Efendi safma yaklaşıyordu.
Bir de bu olursa kepazeliğin dik âlâsı idi. Mutasarrıf, hiç olmazsa yolun kenarına çekilerek, kendini hendeklerdeki ot ve çiçekleri tetkike dalmış göstermiye çalışırken Halil Hilmi Efendi de, umulmaz bir incelikle adımlarını daha ağırlaştırıyor, sürüsünü kaybetmiş bir çoban yalnızlığı ile yolun ortasında duruyordu.
Belediye reisi Reşit Bey valinin bir aralık kendisine «gözüm kardeşim» diye iltifat etmesinden ve yumruğu ile sırtını okşamasından ümitlenerek bir hamle yaptı ve kendisi için evinde yapılan hazırlıktan bahsetti: Ömer Bey daha sonra da taltif edilebilirdi. Muhterem valinin hiç olmazsa bir gece kendisine misafir olması yalnız şahsı için değil, belediye reisi sıfatile âcizane temsil ettiği kasaba için de cihan değer bir şeref olacaktı.
Fakat valinin gözü, sokağın kenarındaki çukurlardan birine ilişmişti. Arkada, önde, karşıda bu çukurlardan daha birçoğu sıralandığı halde nedense yalnız ona ehemmiyet vererek birdenbire çehre değiştirdi:
— Sen onu bırak da şuna bak... Yahu bu ne? Karanlıkta bir bacağını kırarsa mesuliyeti kime ait? Emrinde tekadami olmasa insan bunu kendi kapar. Sermayesi üç, beş kürek toprak... Ayıp, ayıp... Davetten evvel bunu düşünmeli. Asıl davet bu.,, ayıp, çok ayıp...
Birdenbire baskına uğrayan belediye reisi çehresindeki memnun ifadeyi süratle değiştiremediği için tebessümü âdeta dudaklarile burnuna yapışıp kalıyor, adamcağızı, hakarete karşı sırıtan bir yüzsüz vaziyetine düşürüyordu.
Biraz ilerde bir meydan kahvesi halkı, kalabalığı görünce | hep birden ayağa kalkmış ve valiyi selâmlamak için kaldın- ' mın kenarına dizilmişti.
Vali babacan bir tavırla: ,
— Merhaba hemşeriler, dedi, ne haldesiniz? Size «geçmiş olsun» demıye geldim.
Ahaliden bazıları:
— Hoş geldiniz, Allah ömürler versin, diyorlar ve hayretle biribirlerine bakıyorlardı.
Valinin bu «geçmiş olsun» ile zelzeleyi kasdettiğini neden sonra anladılar.
— Sarıpmann uğradığı zelzele felâketi yalnız kendi vatandaşlarımızı değil, ecnebileri de müteessir etmiştir. Neyse maşallah görüyorum ki. hepiniz sıhhattasınız, demir gibisiniz. Yalnız ah şu kahvede tembel tembel tavla atacağınıza biraz fazla çalışarak şu şirin kasabanızı bir şeye benzetseniz. Hatırınız kalmasın ama, şu hani hayvanlarınızı bağladığınız ahır, sokaklarınızdan daha temizdir. Aşağıda yol kenarında çukurlar gördüm. Gece evlerinize giderken nasıl bacaklarınızı kırmadığınıza hayret ederim. Mucize buna derler. Her biriniz tavla atacak yerde birer kürek toprak atıverseniz bitti, gitti. Ne sakala minnet, ne bıyığa, ne belediye reisine!... Darılmadınız ya bana. Doğru söze darılmak ayıptır. Ayıpların en büyüğüdür. Ben açık konuşurum. Hadi bakalım, hoşça kalın, yine görüşürüz... Alayı hâlâ alargadan takip eden mutasarrıf Hâmit Bey çok büyük bir sıkıntı içinde idi.
Vali kendisini fena karşılamıştı. Beyhude yorulmamasmı, arabaya binerek dönmesini tavsiyesi alaydı, istiskaldi. Halk arasında koca bir mutasarrıfın kredisini sıfıra indirmişti. Adam diye kendini karşılamıya çıkmış bir büyük memuru arkada bırakıp yürüyüvermesi yenilir, yutulur şey miydi?
Fakat ne çare ki, yenilecek, yutulacaktı.
Mamafih kendisi de bu* hakareti karşılıksız bırakmamıştı. Öyle ya valinin yanında, yahut iki adım gerisinde gitmiyerek, böyle bir akşam gezintisine çıkmış gibi, iki, üç yüz adım arkadan sallana sallana yürümesi az şey miydi? Elbette değildi. Ancak adam olana!
Kasabanın merkezine doğru yaklaşılıp sokaklar kalabalık- laştıkça Hâmit Beyin sinirliliği artıyordu. Sarıpmara geldi geleli ancak bir, iki kere araba ile sokağa çıktığı ve muayyen beş, on kişiden başka kimse ile görüşmediği için şahsını tanıyan yok gibiydi. Olsa da insan azmanı boyu ile kalabalığın önünde yürüyen valiyi gördükten sonra onun biraz geriden kendi kendine yürümesine mâna verecek kimse çıkmazdı. Fakat Hâmit Bey